Allah Kainatı Bilinmek İçin mi Yaratmıştır?
Biz Allah"ı yarattığı mahlukatıyla biliyoruz,
tanıyoruz. Öte yandan göremediğimiz şeyler gördüklerimizin milyonda
birini bile teşkil etmiyor. Evet, siz bu dünyayı çok önemli görmeyin,
gözünüzde çok büyütmeyin. "Galaksiler varmış, on trilyon senelik
ömürleri varmış.. dev cüsseli güneşler varmış, bunlardan bazıları kendi
enerjilerini tüketmişler.. en başta her şeyin mahiyeti bir hidrojenmiş,
sonra helyuma dönmüş, hala da bu dönüşüm devam ediyormuş.. sönen,
enkazı üzere çöken bir kısım dev cüsseler bazılarının kehanetlerine
göre öbür alemin kapıları gibi kara delikler haline gelmiş..." Bütün
bunlar doğrudur ve değişme, tebeddül, tegayyür dediğimiz şeylerdir. Ama
bunlar, mesela galaksiler değil trilyon, isterse trilyon defa trilyon
sene ömürleri olsun, ezel ve ebed karşısında bir sıfır ifade ederler
sadece. Demek Cenab-ı Hak sıfır değerli bir zaman içinde bir çeşit
kendini göstermek istemiş ve kainatı yaratmış ve onu mütalaa etmesi
için de insanı yaratmıştır.
Bize
kalırsa bunlar çok büyük bir projedir. Ama asıl önemli olan bu projenin
insanı netice vermesidir. "Hakiki kainatın hikmeti / Dünyaya gele şu
mükerrem insan hazreti." Ama sonuç olarak hem bu muazzam kainat ve hem
onun fihristesi olan insanın fani olmaları itibarıyla Sonsuz karşısında
değerleri ancak sıfır nisbetindedir.
Evet.
Biz ancak fizik alemi içindeki şeylere muttali olabiliyoruz. Hatta
onların çoğundan haberdar bile değiliz bunca ilmi gelişmelere rağmen.
Kara deliği de bilmiyoruz, ak deliği de. Geleceğin astrofizikçileri
daha çok şeyler söyleyecekler ama ihtimal kainatın ömrü bile onları
bütünüyle öğrenmeye yetmeyecek. Yıkılıp gideceğiz ve insanoğlunun
merakı kursağında kalacak. Sonuçta da bunların hepsi o Sonsuz Kudret,
Sonsuz Kuvvet, Sonsuz İlim karşısında bir zerre değerinde bile
değildir. Zerre derseniz O"nun büyüklüğü karşısında bunlara bir yer
vermiş olursunuz. Daha küçük bir şey bilemediğimiz için zerre diyoruz.
Zerre malumunuz olduğu üzere atom demektir; veya partikül..
Öte
yandan Allah"ın yarattığı alem fiziki alemden ibaret degildir. Mesela
bir ruhaniler alemi var ve melekler var orada. Bunları, sayısını,
mahiyetini, vazifelerini tam manasıyla bilmiyoruz. Cebrail"in ömrünü
bilemiyoruz mesela; kainatların ömrünü aşacak bir ömre sahipse o
Cebrail... O "lâhut burcuna çıkmış, Allah"tan merhaba görmüş" bir
varlık. Bütün bunlar bizi aşar. Demek Cenab-ı Hak her zaman bu türlü
tebeddülleri, tagayyürler içinde yuvarlanıp giden varlıklar arasında
keyfiyeti bizce meçhul kendisini temaşâ ediyor. Yaratıyor, temaşa
ediyor.
İnsan esfel-i safilin ile âlâ-yı illiyyin arasında seyahat eden bir varlık olduğu halde "mükerrem bir hazret" nasıl olabilir?
İnsan
çelişkili bir varlık. Bir yanı Allah"a bakıyor, bir yanı da sürekli
şeytana. O şeytanı aşıp Allah"a ulaşması gerekiyor. Aşamazsa Allah"a
ulaşamıyor. Allah"a ulaşmayınca da şeytanın kucağına düşüyor.
Aşma-ulaşma veya takılma-düşme söz konusu burada -Allah düşmeden
muhafaza buyursun, ulaşmayla şereflendirsin-. İşte insan, gerek
mahiyet-i insan gerekse O"na ulaşanlar adına kendisine hazret denilmeyi
hak ediyor.
İnsanı
şeytanın kucağına düşüren, küfür, dalalet ve nifaka iten bir çok sebep
var. Kibir gibi, gurur ve ucub (insanın kendisini beğenmesi) gibi.
Bunlar insanın inanmasına manidir. İnhiraf, yani yanlış inanma, yanlış
görme, yanlış değerlendirme, yanlış bakma, yanlış yorumlama; öte yandan
haddini bilmeme, başkalarına zulüm yapma inanmaya manidir. Çünkü bunlar
insanın vicdanındaki o genişliği daraltıyor. Halbuki o vicdan
mekanizması içinde Üstad"ın dediği gibi fuad var latife-i Rabbaniye
var. Aynı zamanda his var, zihin var. Ama bu dediğimiz şeyler insanın
vicdanıyla daralmasını netice veriyor. O zayıflayınca nefis mekanizması
vicdan mekanizmasının yerine geçiyor. Böylece insana gerçek derinlik
kazandıracak münasebetler kopuyor.
Bu
türlü insanların inanması zordur. İnansa bile büyüme istidadı olmayan
bodur bir ağaç gibi kalırlar. Onları ne kadar dindar olmaya zorlasanız,
ne kadar terbiyeye tabi tutsanız, kibrini aşamazsa, haksızlıklardan
sıyrılmazsa, zulmü terk etmezse, haddini bilmezse, Allah"a ait
sınırların içine girerse inanması zordur.
İmana
mani saydığımız hususlar içinde zulmün ayrı bir yeri var. Kur"an şirke
(Allah"a ortak koşma) zulüm demiş. Çünkü zulüm bir nevi uluhiyet
iddiasında bulunma demektir. İnsanlığın İftihar Tablosu "Ellezine âmenû
ve lem yelbisû imânehum bi zulmin... - İman edip imanlarına zulüm
bulaştırmayanlar..." (En"âm 6/82) ayetini okuyunca, Sahabe-i Kiram
Efendilerimiz "Hangimiz var ki nefsine zulm etmemiş olsun?" diye sorar,
Efendimiz de Hazreti Lokman aleyhisselam"ın oğluna nasihatında "...Yâ
büneyye lâ tüşrik billâhi, inneş-şirke lezulmün azîm - Evladım! Sakın
Allah"a eş, ortak uydurma. Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür." (Lokman
31/13) ayetini hatırlatarak meseleyi tavzih buyurmuştur.
Yukarıda
saydığımız menfi hususlara bir de taklit ruhunu ekleyebiliriz. Yani
atalarından aldığı şeyi hayatına geçirme ve yaşama meselesi.
Atalarından körü körüne tevarüs ettiği şeyler kötüyse insanı bütün
bütün dalalete sürükler. Saydığımız bu menfi vasıflar varsa bir insanda
nefis bunları birer tezgah gibi kullanır. Daha önce de işaret ettiğimiz
gibi vicdan mekanizması yenik düşmüş, nefis mekanizması öne çıkmıştır
çünkü. Meydan ona kalmıştır ve şeytan, vicdanı kapanmış, enginliklere
açılamamış bu insan üzerinde tasarrufta bulunur.
Aslında
şeytanı helak eden de budur. Allah"a karşı haddini bilmemiş, küstahlık
yapmıştır. Bakış zaviyesini ayarlayamamıştır o da: "Adem topraktan ben
ateşten. Ateş toprak önünde eğilmez." demiş; demiş ve baş aşağı
devrilip gitmiş.
Şeytanın En Can Alıcı Silahı: Şehvet
Şehvet
şeytanın en çok başvurduğu, en çok kullandığı bir tezgahtır.
Mevlana"nın semaha kalktığı zaman irticalen söylediği, Zerkûb veya
Hüsamettin Çelebi tarafından kaydedilmiş Rubailerinde anlattığı bir şey
var: Mevlana orada şeytanla Cenab-ı Hakk"ı karşı karşıya getirip
konuşturuyor. Diyor ki şeytan Allah"a; "İzzetine kasem ederim ki
insanların hepsini şirazeden çıkaracağım. Ama onların bir dayanakları
var, benim de olması lazım." Allah "İstediğin kadar para, al kullan
onu." diyor. Memnun olmuyor, ekşitiyor yüzünü. "İstediğin kadar ömür."
diyor, yine yüzünü ekşitiyor. "İstediğin kadar güç, kuvvet." yine
ekşitiyor. "Şehvet" deyince, -Hazreti Mevlana diyor ki-, "Şeytan zil
taktı oynadı o zaman."
Şehvet
şeytanın en büyük kozu denilebilir. Bana tarih boyunca şehvet mevzuunda
dayanmış, sabretmiş, devrilmemiş kaç tane babayiğit gösterebilirsiniz?
Kalbi hiç inhiraf etmemiş, gözünün içine yabancı bir hülya girmemiş,
kulağı o işin mahremini duymamış, o istikamette adım atmamış, el
uzatmamış kaç babayiğit? Zira o şeytanın zil takıp oynadığı bir mesele.
Allah Rasulu (sallallahü aleyhi vesellem) "Ümmetime bundan daha büyük
bir imtihan, bir fitne vesilesi bırakmadım." buyuruyor. Bizim sabah
akşam yaptığımız dualar kişinin şehvetle imtihanı karşısında yaptığı
duadır. "Böyle bir imtihanla karşı karşıya gelmeden Sana sığınırım!"
demektir. Tek taraflı da değildir bu iş. Erkekler kadınlarla imtihan
olurken, kadınlar da erkeklerle imtihan olur.
Şeytan
hesabına olacak örgüler ve nakışlardan kaçmak gerek. Başka bir deyişle,
örümcek ağına düşmemeli. Ağa düşmüş sinekleri görmüşsünüzdür:
Çırpındıkça batarlar, daha perişan hale gelirler. Şeytanın ağı da öyle.
O, ağına düşmüşlerin başında bekler; bekler ki kurtulamasın, çırpınsın
ve çırpındıkça batsın. Bu sebeple insan potansiyel genişliğini kendi
elleriyle daraltmamalı. Kevn ü mekanlara sığmayan, lâ mekanî (bir
mekanla sınırlanmayan), lâ zamanî (zamana bağlı olmayan) mahiyetini
daracık bir şeye, bir âna, bir lahzaya, bir bakmaya, bir öpmeye, bir
daneye, bir lokmaya mahkum etmemeli. Unutmayın, bir kuşu kafese
kıstıran şey bir dane hırsıdır. Nizami, Hazreti Adem"in yediği "yasak
meyve"nin de buğday olduğunu söyler. "Hazreti Adem yeyince onu, benzi
de buğday danesi gibi sapsarı kesildi." der Mahzen-i Esrar"ında.
Demek
asıl mesele şeytanın ağına düşmemek. Kur"an-ı Kerim diyor ki: "Yaidühüm
ve yümennîhim... - Onlara vaadde bulunur ve onları boş kuruntulara
sevkeder..." (Nisa 4/120) Hiçbir vaadini yerine getirmez o. Onun
sözünün hikaye edildiği başka bir ayette açıkça diyor zaten: "...Ben de
size bir şeyler vaad ettim, ama sözümde durmadım." (İbrahim 14/22)
Öyleyse insanı boş vaadlerle kandıran ve vaadini asla
gerçekleştiremeyecek olan şeytanın ağına düşmemeye bakmalı.
Vicdan Genişliğini Yakalayan ve Koruyanlara Allah"ın Lütufları
Nesimi ne hoş ifade ediyor:
"Bana Haktan nida geldi
Gel ey aşık ki, mahremsin
Bura mahrem makamıdır
Seni ehl-i vefa gördük
Mekanım lâ mekân oldu
Bu cismim cümle cân oldu
Nazar-ı Hak ayân oldu
Özüm mest-i likâ gördüm.
Sonunda da der ki;
Beni mesteyleyen daim
O meyden Mustafâ gördüm."
Yani
öyle bir mey sunmuşlar ki içinde Muhammed Mustafa var. Bunlar vicdan
genişliğine Allahın bir lütfudur. Allah hakedenlere bütün bunları hem
de zırhı ile beraber lütfeder. O zırh ise "ubûdiyet-i kâmile-i tâmme-i
dâimedir" (kamil manada, eksiksiz, sürekli ubudiyet).
Sonuç
olarak şunu ifade edelim: İnsanın, vicdan mekanizmasını işlettip onu
genişlettiğinde, fezalara açılma, göklerde tayaran etme, Esmâ aleminde,
Sıfat aleminde dolaşma ve Nesimi"nin dediği gibi, "Hak"tan merhaba
alma, melekten merhaba görme" potansiyeli varken, onun, şeytanın kabir
gibi dar çukuruna girip müteselli olması akıl kârı mıdır? Allah insanı
halifelik makamına layık görmüşken, onun o makama hiç yakışmayan tavır
ve davranışlar ortaya koyması uygun mudur?
Öyleyse
gelin o genişliği koruyalım. Şeytanın tezgahlarını işletmesine fırsat
vermeyelim. Usul-ü fıkıh tabiriyle sedd-i zerâi"ye (henüz oluşmadan
kötülüklerin önüne sed çekme) göre, ya da azimete göre davranalım. Bizi
fitnenin, imtihan ve ibtilanın içine çekebilecek şeylerden fersah
fersah uzak duralım. Gözümüze ilişen haram karşısında hemen tavır
alalım, başımızı çevirelim. Böylece onun suretinin ruh dünyamızı
kirletmesine izin vermeyelim. Hatta, bırakın gözümüze ilişmesini, bu
ihtimalin olduğu yerlerde dahi bulunmayalım. Kısacası duracağımız yeri
iyi belirleyelim ki o yer halifelik makamıdır. O halde Allah"ın bizi
lütfuyla oturttuğu bu makama yakışır şekilde hareket edelim.
M. Fethullah Gülen, Kırık Testi